AKIN AYDIN
Atatürk, 1800'lerin sonlarında başlayan savaşlar ve 30 yıl aralıksız cepheden cepheye sürülen bir milletin artık bitirilme noktasına geldiği anda önüne geçerek (1919) yeni bir devlet kurma mücadelesi verdi ve başardı.
Atatürk hayatını bu millete vakfetmişti. Bu millet için 3 kıtada 7 düvel ile savaşmasının, bin bir zorluk ve açık tehditlere rağmen bağımsızlık mücadelesine çıkmasının başka ne anlamı olabilir ki?
Atatürk'ün hayatı maddi ve manevi bütünlük içinde etüt edilirse onun tam bir hak adamı, halk adamı, cihat Müslüman'ı, devlet adamı ve dünya tarihine göçen bir lider olduğunu görür.
İşte bu özelliğinde ötürü olsa gerek ki, halk içerisinde demirin kızmasına, kızdırılmasına hiç müsaade etmedi.
Halk arasındaki ayrılıkların çatışmaya dönüşmesine fırsat vermedi. Tetikçi değil birleştirici unsur oldu.
Milleti ile bütünleşti. Milletin arasına karıştı. Yeri geldi çocuklarla salıncağa bindi, yeri geldi köylü Ahmet amca ile toprak kazdı, yeri geldi, sınıftaki öğretmeni ayakta dinledi, yeri geldi sahilde insanlarla birlikte denize girdi, yeri geldi halkıyla Kur'an okudu, halkına hutbe verdi.
O, milletiyle beraber yaşadı. Kimseyi hor görmedi, hak etmeyen kimseyi de sahiplenmedi, yüceltmedi.
Şahsına yapılan eleştirileri hatta hakaretleri nezaketle karşıladı, cevaplarını makul bir şekilde verdi.
Tek bağışlamadığı şey vatana ihanetti, ihanet edenlerdi.
Devlet yönetiminde de aynı genişlik sahibiydi Atatürk. Tam bir istişare ehli, tevazu sahibi bir liderdi.
Her görüşe önem verir. Herkesin fikrini açıklamasına müsaade ederdi. Hatta şöyle bir anı geçer Atatürk'ün hayatında;
1931 yılında Atatürk'ün Sofrası'nda Reşit Galip isimli genç (adı sanı yok o yıllarda) söz alarak dönemin Milli Eğitim Bakanını ağır sözlerle eleştirir, suçlamalar yöneltir.
Ortam gerilir ve Atatürk bu tablodan hoşlanmaz. Reşat Galib'e; "Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin" diyerek kibarca sofradan ayrılmasını ister.
(Dikkat edin! Bir devlet liderine sıradan bir isim nasıl cevap veriyor)
Reşat Galip; "Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır" der.
(Atatürk'ün tavrına dikkat edin)
Atatürk yanındakilere dönüp "Öyleyse biz kalkalım" der ve kalkarlar. Reşat Galip kalır geride. Reşit Galip geceyi bir koltukta geçirir.
Atatürk uyandığında, Reşit Galip'i sorar. "Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik" derler.
Atatürk "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz. Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var" diye ekler."
İşte millet, işte lider.
Şimdi bir vatandaş, Cumhurbaşkanına veya bakana, vekile çıkış yapacak, terslenecek ha! Anında paketlenir hatta vatan haini, provokatör, dış güçlerin adamı olarak ilan edilir.
İşte Atatürk, hayatı boyunca ben demediği için, her daim biz dediği için birileri demiri kızdıramadılar.
Atatürk önce benim görüşün, planım, partim demediği için, önce devlet ve milletin menfaati dediği için demiri kızdıramadılar.
Atatürk döneminde gaz sıkışması var mıydı?
Olmaz mı? İngiltere, Fransa, İtalya ve de ABD gibi çağın süper güçlerini yenmiş, hesaplarını kursaklarında bırakmıştı.
Tabi emperyalistler bu yenilgiyi hazmedemediler. Bu hazımsızlık onlarda gaz yaptı.
İşte emperyalistler bu gazı Mustafa Sabri, Dürrizade Abdullah, Sait Nursi, Şeyh Said, Derviş Mehmet gibi isimleri kullanarak Anadolu'da patlatmaya kalktılar.
Bu isimler ve Saray, saltanatı din, cumhuriyeti dinsizlik ve Mustafa Kemal'i kâfir göstererek milletimizi din ile aldattı.
Atatürk ne yaptı? Aldatılan milletimizi hain, terörist ilan etmedi. Aldatanlara hak ettikleri cezayı verdi, milletimizi sahiplendi.
Haliyle gaz sıkışmasını da önledi. Ama emperyalistler, Atatürk üzerinden, Cumhuriyet üzerinden Anadolu'ya yine gaz yaymak istiyor.
Toplumu yönlendiren isimler de bu gazın adeta dağıtıcıları olmuş vaziyette.
Bilin ki, kim bu millete bölücülük aşılıyorsa o yaşayan Mustafa Sabri'dir, Şeyh Said'dir, diğerleridir. Ona göre…