Hz. Ali'nin, Muaviye'ye yazdığı mektuplardan bazıları şunlardır:
"Sen, dünya ziynetleriyle bezendin, lezzetleriyle aldandın. Dünya seni çağırdı, koştun. Seni sürüp götürdü, gittin. Emretti sana, itaat ettin ona. Dünyanın süslü elbiselerini soyununca ne yapacaksın?
Sanırım ki kurtuluşu olmayan helâk yoluna gitmedesin. Bırak bu işi, sorudan hesaptan kork. Uğradığın hâli terk et, isyan edenlere baş olma. Aksi takdirde gaflet ettiğin, bilmek istemediğin şeyi sana bildiririm. Şeytan sana hâkim olmuş, dilediğini yaptırmada, canında, kanında dolaşıp durmada.
Ey Muaviye, senin ne geçmişte, ne şimdi, hiçbir yüceliğin yokken sen neredesin, halka baş olmak, iş başına geçmek nerede? Allah'a sığınırım azgınlığa düşmekten. Sana da, daima umduğuna aldanıp gurura düşmekten ve gizli, açık, ayrılığa uymaktan çekinmeni tavsiye ederim.
Beni savaşa çağırıyorsun; pekâlâ. Yalnız halkı bırak, iki taraf da kanlarından, canlarından emin olsunlar. Tek başına bana karşı çık da hangimizin yüreğinde korku var, belli olsun.
Ben, ananın atasını, dayını ve kardeşini Bedir savaşında öldüren Ebu'l-Hasan'ım; o kılıç, gene bende, yanımda. Bu yürekle düşmanıma karşı durmadayım. Ne dinimi değiştirdim, ne Peygamberimi. Ben, sizin dileyerek vazgeçtiğiniz, vaktiyle de zorla girdiğiniz hidayet yolundayım." (Nehcü'l-Belâga, 2, s.220).
"Allah O'na ve soyuna rahmet etsin, Allah'ın, dinini tebliğ için Muhammed'i (s.a.a.) seçtiğini, sahabeyle onu kuvvetlendirdiğini anıyorsun. Bu sözlerine şaştım, Allah'ın bize lütfettiğini, Peygamberiyle bizi nimetlendirdiğini söylemen, Bahreyn'deki hurmalığı bol Hecer şehrine hurma götürmeye yahut ok atan nişancıya atış öğretmeye benzer.
Falanın, filânın şerefinden bahsediyorsun. Üstün olanla, olmayanla, başlık edenle, emre uyanla senin ne işin var? Esirken âzâd edilenlerle tutsak oğullarına, ilk Muhacirlerin derecelerini tespit etmek, üstünlüklerini tayin eylemek düşmez. Bu, onlardan olmayan birisisin, onlarla övünmesidir. Sen haddini bil be adam!
Sen çöllerde dönüp dolaşan, doğru yoldan sapıp giden birisin. Görmez misin, Allah'ın nimetini anarak söyleyeyim; Muhacirlerden olup Allah yolunda savaşanların her birinin Allah indinde üstünlüğü var. Şehidimiz (Hz. Hamza) dünyadan göçünce şehitler ulusu dendi ve Allah ona ve soyuna rahmet etsin, Resûlullah, onun namazını yetmiş tekbirle kıldı.
Görmez misin, bu kavmin Allah yolunda elleri kesildi. Hepsinin de üstünlüğü var, evet, birimizin elleri kesildi, hakkında cennette uçuyor dendi, iki kanatlı diye anıldı (Hz. Ali'nin kardeşi Ca'fer).
Allah, bir kişinin kendisini övmesini nehyetmemiş olsaydı bu hususta da üstünlükler söylerdim fakat inananların yürekleri bunu tanır, bilir, duyanlar inkâr etmez.
Şüphe yok ki biz, Allah'ın yarattığı kullarız, insanlar, bizim için yaratılmıştır. Amma sen diyeceksin ki hepimiz insanız. İyi ama bu birlik nasıl olabilir ki Peygamber bizden, yalanlayan (Ebu Cehil) sizden.
Allah'ın arslanı (Hz. Hamza) bizden, Peygamber'i yok etmek için and içenlerin arslanı (Ebû Süfyan) sizden. Cennet gençlerinin uluları (Hz. Hasan, Hz. Hüseyin) bizden, cehennem ehlinin kız çocuğu (Mervan'nın evlâdı) sizden. Dünya kadınlarının ulusu (Hz. Fâtıma) bizden, odun hamalı kadın (Muaviye'nin halası Ümmü-Cemil) sizden. Aramızda buna benzer daha çok fark var.
Müslümanlığımız duyulmuştur, önceki üstünlüğümüz reddedilmemiştir. Allah'ın Kitabı, hâlimizi anlatırken, 'İbrahim'e gerçekten de en yakın olan, ona inananlarla bu Peygamber'dir ve iman edenlerdir. Allah, inananların dostu ve yardımcısıdır' (Âl-i İmran: 68) demiştir.
Bizim önce, Peygamber'e yakınlığımız var, sonra da itaatimiz var. Muhacirler, Sakife günü, Resûlullah'a (s.a.a.) yakın olduklarını söyleyerek delil getirdiler. Bu, böyleyse hak bizdedir, değilse Ensar da dâvasında haklıdır.
Sonra Osman işini ortaya sürüyorsun. Bir bakalım, hangimiz ona daha fazla düşmanlıkta bulunduk? Ona yardım eden mi, yoksa bırakıp giden mi? O sizden yardım istedi, aldırmadınız bile. Gelin bana dedi, gelen olmadı gitti.
Ne desem fayda verir bilmem. Ancak ben, halkın arasını bulmak, gücüm yettikçe onları düzene sokmak isterim, başarım ancak Allah'a dayanmakladır ve O'na dayandım ben.
'Benimle ve yanımdakilerle aramızı ancak kılıç düzene kor' demişsin. Bu sözlerle beni ağlarken güldürdün. Abdülmuttaliboğulları'nın düşmana karşı varmakta geciktiği ne vakit görülmüştür, kılıçla korkutuldukları ne zaman duyulmuştur? Büyük bir orduyla geliyorum, yanımda da Muhacirlerle Ensar ve hayırda onlara uyanlar var. Hepsi de kefenlerini giyinmişler, Rablerine ulaşmayı istiyorlar. Hepsi de Bedir savaşında bulunanların soyu. Kardeşinin, dayının, atanın, soyunun sopunun öldürülüşünde Hâşimoğulları kılıcını da bilirsin sen."
(Nehcü'l-Belâga, 2, 237-238).